Faydasızın Faydalılığı Üzerine/Tembelliğe Övgü
Kendinizi sürekli bir şey yapmak, faydalı olmak, çalışmak, okumak ve benzeri şeylerle uğraşmak zorunda mı hissediyorsunuz? Böyle yapamadığınızda yetersizlik, değersizlik, tembellik gibi duygulara mı kapılıyorsunuz? Sizi çok iyi anlıyorum, bu yazıyı yazmaya beni iten duygular tam olarak bunlar çünkü. :)
Bu yazıyı yazma nedenim her ne kadar zihnimle hala mücadele halinde olsam da faydasız görünenin ve yeri geldiğinde tembelliğin çok faydalı olduğunun bilincinde olmam ve bunu önce kendi zihnimde sonra da sizlerin zihninde daha derli toplu, anlaşılır, ikna edici hale getirmek istemem.
Yaratıcı düşünme 4 evreden oluşur:
1.Hazırlık: Bu evre, öncelikle problemi fark etme daha sonra bilgi toplama, araştırma yapma, okuma vb etkinlikler içerir ve aktif olduğumuz bir evredir.
2.Kuluçka: Yukarıda, yaratıcılığın ortaya çıkmasında önemini belirttiğim bu evre dinlenme evresidir. Araştırma, okuma vb hiçbir şey yapmadan bekleriz. Bu süreçte zihne; topladığı bilgileri derleyip düzenleme, doğru parçaları doğru yerlere yerleştirme fırsatı sunarız.
3.Aydınlanma: Kuluçka evresinde dinlenen ve bilgileri düzenleyen zihin, öylece hiçbir şey yapmadan dururken, hiç beklemediği bir anda aydınlanır ve yaratıcılık açığa çıkar. Hatta bir rivayete göre ünlü bilim insanı Arşimet, suyun kaldırma kuvvetini, banyoda yıkanırken, en gevşediği, hiçbir şey yapmadığı o boşluk anında bulmuştur. :)
4.Doğrulama: Bulunan fikrin doğruluğunun sınanma aşamasıdır.
Görüldüğü gibi faydasız görünen eylemlerden, daha doğrusu eylemsizlikten olan :) boş durmanın en önemli faydalarından biri yaratıcılıktır. Yaratma zihinle, zihnin çalışır olduğu haliyle gerçekleşmez. Belli bilgiler toplandıktan sonra zihne, bilgileri toparlaması, gereksiz olanları eleyip bir araya getirilmesi gerekenleri bir araya getirmesi ve yeni bir şey ortaya koyması için zaman tanınmalıdır. Elbette bu her zaman boş duralım, tembellik edelim demek değildir. Daha önce de söylediğim gibi durmak ve beklemek, gerekli bilgiler toplandıktan, dolayısıyla belli bir çalışma yapıldıktan sonra gerçekleşmesi gereken bir süreçtir. Burada anlatmak istediğim sürekli çalışır halde olmanın faydadan çok zarar getirdiği ve yaratıcılığımızı körelttiği gerçeğidir.
Faydasız görünen şeylerin bir diğer faydasıysa hayatın farkında olmamızı, hayattan tat almamızı sağlamalarıdır. Sürekli çalışmak, araştırmak, okumak, çabalamak aslında hep bir amaç uğruna yapılan şeylerdir ve bir kişi bir şey arıyorsa ve bir amaç edindiyse aradığı ya da amaç edindiği şey dışında hiçbir şeyi göremez olur. Dolayısıyla amaç edindiği şey uğruna hayatı ıskalar aslında.
Bizlerin, ailemizin, içinde bulunduğumuz sistemin "faydasız" olarak etiketlediği birçok şey aslında hayatın tam olarak kendisidir. Yaşam; ulaşılması gereken hedefler, tırmanılması gereken basamaklardan ibaret değildir.
Bu noktada çok severek izlediğim, küçük büyük her yaşa uygun, herkese çokça önerdiğim bir animasyon filminden bahsetmek istiyorum. Filmin adı: Soul
Çok fazla spoiler vermeden filmden bahsetmem gerekirse; filmin ana karakteri, kendini müziğe adamış, müzik yapmayı kendine amaç edinmiş bir müzik öğretmenidir. Ancak öğretmenlik yapmaktan memnun değildir. Onun isteği öğretmek değil kendi müziğini yapmak, müziğini sergilemektir. Bir gün alanında çok uzman bir isimden iş teklifi alır ve koşar adımlarla oraya yetişmeye çalışırken bir kaza geçirir ve ölür. Asıl macera buradan sonra başlar. Kahramanımız başlarda dünyaya tekrar dönebilmek için türlü yollar deneyecektir ancak sonradan bazı şeyleri fark etmeye başlayacaktır. Neyi fark edecek dersiniz? Yazımızın konusunu olabilir mi? :)
Filmin içeriğinden daha fazla bahsetmemekle birlikte benim filmden çıkardığım naçizane sonuç; Ağaçtan düşen bir yaprağın düşüşünü, yaprağın renklerini, detaylarını, tıpkı bedenimizde olduğu gibi her yanına yayılmış damar sistemini fark ederek izleyebilmenin, yüzümüze ılık ılık esen, tenimizin ve içimize çektiğimiz havanın farkında olmamızı sağlayan ferahlatıcı rüzgarı hissedebilmenin, sabah gözlerimizi açtığımızda evimizi aydınlatan, içimize neşe saçan güneş ışıklarını görebilmenin, kısacası içinde bulunduğumuz sistem yüzünden artık fark edemediğimiz, değersizleştirdiğimiz, durup izlemenin, fark etmeye çalışmanın faydasız olarak görüldüğü her şeyin ne kadar değerli olduğuydu.
İçinde bulunduğumuz sistem yüzünden çalışmaya, çok çalışmaya, daha çok çalışmaya, sürekli üretmeye, düşünmeye, zihinle var olmaya o kadar alıştık, alıştırıldık ki zihnimizi birazcık kenara bırakıp, onu birazcık olsun susturup; kalbimizle, ruhumuzla hissetmeyi, etrafımızı fark etmeyi, hatta nefes almayı dahi unutacak, faydasız olarak görecek hale geldik, getirildik. Fark ettiyseniz gerek sosyal çevremizde, gerek iş hayatımızda, gerek okul hayatımızda yaşadığımız yoğun stres ve koşturmaca sebebiyle genelde vücudumuzu kasma, dişlerimizi sıkma, hatta nefesimizi tutma eğiliminde oluyoruz. Halbuki nefes yaşamın ta kendisidir ve biz yaşamı kısa süreliğine de olsa engelliyoruz ve nefesimizi tutarak hücrelerimizi yaşamdan mahrum bırakıyoruz.
Yaşamı içinizde hissetmek istiyorsanız gün içinde biraz durup derin bir nefes almayı unutmayın derim! Hatta şuan neden olmasın. :)
Böyle koşuşturmalar sonucu yaşamın kendisini unutmaktan bahsederken bu konuyla çokça bağlantılı bir de kitaptan söz etmek istiyorum. Yine küçük büyük her yaşa hitap eden, çocuk kitabı diye geçse dahi tıpkı "Küçük Prens, Şeker Portakalı" kitapları gibi büyüklere de çok fazla ilham olabilecek, yol gösterebilecek, kaybettiğimiz değerleri hatırlatacak bir kitap: Momo
Momo'yu okumaya başlarken çoğu kitapta olduğu gibi kahramanın farklı bir özelliği, bir yeteneği olacak beklentisi içerisindeydim. Bir söz söyleyecekti ve dünyaya bakışım değişecekti falan. :) Ama Momo'da böyle bir şey yoktu. Momo; kimsesiz, bulunduğu şehrin harabelerinde yaşayan, arkadaşlarıyla oyun oynamaktan başka bir düşüncesi ya da isteği olmayan, hatta yaşamsal faaliyetleri için dahi(giyecek, yiyecek, barınak) bir beklenti , bir çaba içerisine girmeyen, yalnızca çok iyi bir dinleyici olan küçük bir kız çocuğuydu. Bulunduğu yerdeki herkes onu çok sever ve ihtiyaçlarını karşılaması için ona yardım ederlerdi. Herkes bir derdi, bir sorunu olduğunda, sohbet etmek istediklerinde Momo'nun yanına gelirlerdi. Momo onlara hiçbir şey söylemez, sadece meraklı gözlerini kocaman açarak ilgiyle anlatılanları dinlerdi. Daha sonra bu insanların arasına "duman adamlar" karıştı, insanlara zaman denen bir şeyi fısıldayıp durdular. Bu fısıltılar insanların içine işledi ve artık Momo'ya gidip bir şeyler anlatmayı, onunla sohbet etmeyi zaman alıcı, faydasız bir eylem olarak görmeye başladılar ve eskiden Momo'nun yanına gidip ona sorunlarını anlatarak aslında kendi sorunlarıyla, kendi hayatlarıyla, kendi benlikleriyle yüzleşen ve aslında Momo'dan çok kendilerine özel bir zaman ayıran bu insanlar artık kendilerini dahi göremez, çalışmaktan, zaman satın almaya uğraşmaktan başka hiçbir şeyi fark edemez, mutsuz insanlar olmuşlardı.
Yazımın sonuna gelirken durup bir soru soralım kendimize ve üzerine düşünmek için kendimize özel bir zaman ayıralım: Daha fazla çalışmak, üretmek, düşünmek adına kendimize çok az faydası olan ama sistemin bize dikte ettiği bir hayat yaşamak mı asıl faydalı olan yoksa yeterli miktarda çalışıp üretirken aynı zamanda biraz durup, soluklanıp, yaşamı fark ederek, yaşamı içimize çekerek yaşamak mı?
Farkındalıkla kalın, sevgiler.
2 comments
Muazzam bir yazı. Elinize, zihninize ve kendinize verdiğiniz boş vakte sağlık.
YanıtlaSilDeğerli yorumunuz için çok teşekkürler. Beğenmenize sevindim :)
Sil